Bir bakanı takip ediyoruz. Köyün birine gitti, eski bakımsız bir eve girdi. Gazetecileri almadılar. Bir süre sonra içeriden bakan bey beni çağırtmış, gittim.
Evin içi kokudan girilecek gibi değil, kullanılacak doğru dürüst bir eşya yok. Yiyecek içecek hiçbir şey bulunmuyor. Odanın içinde yaşlı bir kadın oturuyor. Karşısında bakan, vali ve kaymakam var.
Ayağa kalkamayan, sürünerek ihtiyaçlarını görmeye çalışan yaşlı kadının sesi baya bir gür çıkıyor. Çektiği sıkıntıları, yaşamının zorluğunu anlatıyor, erkâna. “Siz bugüne kadar neredeydiniz” dercesine…
Korumalardan biri benim geldiğimi fısıldadı bakana ve döndü bana, “Kardeşim bu teyzeyi ben göremedim, vali ve kaymakam da görememiş sen niye görmedin, ne biçim gazetecisin? Senin görevin değil mi bu durumdaki insanları bulup, gündeme getirip, sorunlarının çözümü için bizleri harekete geçirmek vs.” ardı ardına sıraladı azarları…
Sözcükler boğazımda düğümlendi. “Bakan bey, senin memurların ne iş yapar? Devletin maaşını alıp yan gelip yatanlar, oturdukları koltukları marifet sanan, fakir fukarayı görmezden gelip, zenginin uşağı olan, kendini bir bok sanıp ahkâm kesenlere değil de bana mı kesiyorsun faturayı” diyemedim…
Bakana karşı da gelemezdim. Makamına olan saygımdan, iktidardan çekinmekten dolayı filan değil. Tamamen kendi durumumdan dolayı karşı koyamazdım.
Çünkü bu yaşananlar gördüğüm bir rüyaydı ve o bakan benim vicdanımdan başkası değildi.
Kurban Bayramı öncesinde müşkül durumda oldukları bildirilen ve haber yapmam istenen iki kişinin haberini henüz yapamamış olmanın vicdan azabından başka bir şey olamazdı.
Haklısınız sayın bakanım…
Özür dilerim.
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.